İman ve İmanın Mahiyeti

İman sözlükte tasdik etmek, doğrulamak, söylediğini kabullenmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, ikrar etmek, şüpheye yer vermeyecek şekilde kesin olarak, içten ve yürekten inanmak anlamlarına gelir.

İmanın terim anlamı; Hz. Peygamber’in Allahu Teala’dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlere (zarûrât-ı dîniyye)1 kalben inanmak (tasdik) ve bunu dil ile söylemektir (ikrar). Peygamberimizin (s.a.v) haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul etmek, bu haberlerin gerçek ve doğru olduğuna gönülden inanmak demektir.

İmanın rükünleri, tasdik ve ikrardır. İmanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir. Başka bir deyişle, kalbin tasdiki, imanın değişmeyen aslî rüknüdür. Esasen, imanla bilgi arasında çok yakın bir ilişki söz konusudur. Çünkü bir kişinin iman etmesi için önce iman edeceği hususta bilgi sahibi olması gereklidir. Dolayısıyla her inanan kişi, neye inandığını bilir fakat her bilme inanmayı gerektirmez. İnanılacak esaslarla ilgili bilgiye iman denilebilmesi için kişinin kalbinde özgür iradeye dayalı bir tasdikin, teslimiyetin ve boyun eğişin bulunması gerekir.

İmanın temel rüknünün ve dolayısıyla da kişiyi mümin kılan hususun kalbin tasdiki olduğunu Kur’an ve hadisler bize göstermektedir: “Ey Resul! Kalpleri iman etmediği hâlde ağızlarıyla ‘inandık’ diyen kimselerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar (ın hâli) seni üzmesin…”

“Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır…”

İmanın temeli ve terk edilemeyecek rüknü, inanılacak hususları kalbin tasdik etmesidir. Bir kişi diliyle inandığını söylese bile kalbiyle tasdik etmezse mümin olamaz. Buna karşılık kalbiyle tasdik edip inandığı hâlde, dilsizlik gibi bir özrü sebebiyle inancını diliyle açıklayamayan veya tehdit altında olduğu için kâfir ve inançsız olduğunu söyleyen kimse de mümin sayılır. Yani baskı ve zorlama (ikrah-ı mülci) altında iken küfür içeren bir sözü söylemek veya fiili yapmak, kişiyi mümin olmaktan çıkarmamaktadır.

İmanın aslî rüknü kalbin tasdiki olmakla birlikte kalpte neyin gizli olduğunu insanlar bilemediği için kalpteki inancın dil ile söylenip açığa vurulması gerekmektedir. Bu sebeple ikrar yani kalpte bulunan inancın dil ile ifade edilmesi, imanın bir parçası değil, ancak onun dünyevi şartıdır. Hatta Hanefî fakihleri ikrarın dünyevi açıdan bu önemli rolü sebebiyle onu da imanın bir rüknü (olmazsa olmaz parçası) olarak değerlendirmiş fakat kalp ile tasdikin asıl rükun, dil ile ikrarın ise zaid (ikincil derecede) rükün olduğunu belirtmişlerdir.

Kalplerde neyin gizli olduğunu ancak Allah (c.c) bilir. Bir kimsenin iman ettiği ya kendisinin söylemesiyle veya cemaatle namaz kılmak gibi mümin olduğunu gösteren belli ibadetleri yapmasıyla anlaşılır. O zaman bu kimse mümin olarak tanınır, Müslüman muamelesi görür. Müslüman bir kadınla evlenebilir. Kestiği hayvanın eti yenir, zekât ve öşür gibi dinî vergilerle yükümlü tutulur. Ölünce de cenaze namazı kılınır, Müslüman mezarlığına defnedilir. Eğer bir kimse inancını diliyle ikrar etmezse ona, Müslüman’a özgü bu tür hükümler uygulanmaz. İmanda ikrarın çok önemli olduğunu Peygamber Efendimiz şu hadisleriyle dile getirmişlerdir: “Kalbinde zerre kadar iman olduğu hâlde ‘Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed (s.a.v) O’nun elçisidir.’ diyen kimse cehennemden çıkar.”

Dil ile ikrar bu derece önemli olduğu için genellikle iman, “kalp ile tasdik ve dil ile ikrardır.” şeklinde tanımlanmıştır. Fakat imanı bu şekilde tanımlamak, kalbi ile inanmadığı hâlde “İnandım.” diyenin mümin olmasını gerektirmez. Nitekim Allah Teala buyurmuştur ki: “İnsanlardan bazıları da vardır ki inanmadıkları hâlde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler.”

Gönülden inanmadığı hâlde, diliyle inandığını söyleyen kişi – kalpteki inanç ve ikrarı bilinemediği için – dünyada Müslüman gibi muamele görür. Fakat imanı bulunmadığı ve münafık olduğu için ahirette kâfir olarak muamele görecek ve cehennemde ebedî kalacaktır. Bu bilgilerden de anlaşılacağı gibi kalbin tasdiki, imanın rüknü olarak önemli bir temeldir. Dilin ikrarı da bu asıl ve gerçeğin tanınmasını sağlayan bir şarttır. Çeşitli açılardan imanın tasnifi: İman, mümin olan kişinin inanç esasları hakkındaki bilgi düzeyi ve iman dairesine giriş süreci açısından farklı şekillerde tasnif edilmiştir.

Taklidî iman – Tahkikî İman: Delillere dayalı olmaksızın, ana-babadan veya çevresindeki insanlardan görerek ve öğrenerek iman etmeye taklidî iman denir. Böyle bir iman aile başta olmak üzere çevrenin telkiniyle meydana geldiği için aslında İslam toplumunda doğup büyümüş olmanın doğal bir sonucudur. Delillere, bilgiye, araştırma ve kavramaya dayalı imana ise tahkikî iman denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunluğuna göre taklidî iman geçerlidir. Ancak kişi imanını akli ve naklî delillerle kuvvetlendirme yönüne gitmediği için sorumlu kabul edilmiştir. Taklidî iman, inkârcı ve sapık fikirli kişilerin ileri sürecekleri şüphelerle sarsıntıya uğrayabilir. Bunun için imanı; dinî ve aklî delillerle kuvvetlendirmek gerekir. Çünkü bu deliller, ileri sürülecek şüphelere karşı imanda direnç sağlar.

Allah’tan başka bir yaratıcı var mı?..." (Fatır suresi, 3. ayet)
Allah’tan başka bir yaratıcı var mı?…” (Fatır suresi, 3. ayet)

İcmalî İman – Tafsilî İman: Tevhid ve şehadet kelimelerini inanarak söylemek, imanın ilk derecesi ve İslam’ın temel direğidir. Gerçekte Allah’ı (c.c) yegâne ilah tanıyan, Hz. Peygamberi Allah’ın peygamberi olarak kabullenen kişi, diğer iman esaslarını ve Peygamberimizin (s.a.v) getirdiği her şeyi toptan kabullenmiş demektir. Çünkü diğer iman esasları, Hz. Peygamber aracılığıyla bize bildirilmiş, onlara inanmanın gerekli olduğu o yüce peygamber kanalıyla bize ulaşmıştır. Öyleyse Allah Elçisi’ni tasdik, getirdiği şeylerde ona inanmak demektir. Tevhid ve şehadet kelimelerini inanarak söyleyen kimse Hz. Muhammed’in (s.a.v) haber verdiği ve bizlere bildirdiği esasların hepsine birden iman ettiğinden bu imana icmali (toptan) iman denmektedir.

Mümin sayılabilmek için icmalî iman yeterli olmakla birlikte, kişinin dinin diğer hükümlerini ve inanılması gerekli olan şeylerin her birini teker teker öğrenip onlara da inanması zorunludur. İnanılacak şeylerin her birini açık ve geniş bir şekilde öğrenip bunlara ayrıntılı olarak inanmaya tafsilî iman denir. Tafsilî iman, imanın en geniş şeklidir; bu sebeple üç derecede incelenmektedir: Birinci derece; Allah’a (c.c), Hz. Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın (c.c) peygamberi olduğuna ve ahiret gününe kesin olarak inanmaktır. Tafsilî iman, icmalî imana göre daha açık ve daha geniştir. Çünkü burada ahirete iman da özellikle belirtilmiş ve yer almıştır. İkinci derece; Allah’a (c.c), Allah’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra tekrar dirilmeye, cennet ve cehennemin, mükâfat ve azabın varlığına, kaza ve kadere inanmaktır. Yani tafsilî imanın ikinci derecesi, âmentüde ifade edilen prensiplerdir.

Üçüncü derece ise; Hz. Peygamber tarafından bize ulaştırılan, manası açık ayet ve mütevatir hadislerle sabit olan haber ve dinî hükümlere, Allah (c.c) ve Resul’ünün bildirdiği şekilde, ayrıntıları ile tek tek inanmaktır. Mesela namaz, oruç, zekât, hac vb. farzları; helal ve haram olan şeyleri öğrenip bütün bunların farz, helal, haram olduklarını yürekten tasdik etmek tafsilî imanın üçüncü ve en geniş derecesidir.

Müslüman olmak isteyen bir kimse icmalî iman ile İslam’a girmiş olur. Bu iman üzere ölürse neticede cennete girer. Dolayısıyla icmalî imanın, yeni Müslüman olanlar ile akıl ve öğrenme seviyesi bakımından inanılacak hususların ayrıntılarını kavrayamayan kimseler için söz konusu olduğu söylenebilir. İcmalî iman, nihaî kurtuluş için yeterli olsa da tafsilî iman Müslüman’ın imanını yüceltir, olgunlaştırır, sağlam temeller üzerine oturtur. Allah’ı (c.c) ve O’ndan geleni gönülden tasdik ettikten sonra, Hz. Peygamberin açıkladığı tüm buyruk ve yasakları bütünüyle öğrenmesi, kabullenmesi ve uygulaması gerekir. Tafsilî imanın üçüncü derecesi, zarûrât-ı dîniyye denilen ve inanılması zorunlu bulunan bütün inanç, ibadet, muamelat ve ahlak hükümlerine inanmayı içermektedir.

İman – İslam İlişkisi: İslam sözlükte, “itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte kılmak” anlamlarına gelir. Terim olarak, “Yüce Allah’a itaat etmek, Hz. Peygamberin din adına bildirmiş olduğu şeylerin hepsini kalp ile tasdik edip dil ile söylemek, inandıklarını yaşamak, sözleri ve davranışları ile kabul edip benimsediğini göstermek” demektir. Kur’an-ı Kerim’de iman ile İslam bazen aynı bazen farklı anlamda kullanılmıştır. İman ile İslam aynı anlamda kullanılırsa da İslam kelimesi, İslam’ın gerekleri olan hükümlerin dinden olduğuna inanmak, İslam’ı bir din olarak benimsemek ve ona boyun eğmek manasına gelir. İman ile İslam’ın farklı kavramlar olarak ele alınması durumunda her mümin, müslim olmakta fakat her müslim, mümin sayılmamaktadır. Çünkü bu anlamda İslam, kalbin bağlanışı ve teslimiyeti değil de dilin ve organların teslimiyeti, belli amellerin işlenmesi demektir. İslam daha genel bir kavram, iman daha özel bir kavram olmaktadır. Mesela münafık, diliyle Müslüman olduğunu söyler, buyrukları yerine getiriyormuş izlenimi verir fakat kalbiyle inanmaz. Münafık gerçekte inanmadığı hâlde, dünyada Müslüman’mış gibi gözükebilir.

Örneğin Hucurat suresi 14. ayet-i kerimede iman ile İslam ayrı kavramlar olarak zikredilmektedir : “Bedeviler inandık dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama boyun eğdik deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi…”

İmanın Artması ve Eksilmesi: İmanın artması ve eksilmesi konusuna iki açıdan bakılabilir.

1. İman, inanılması gereken hususlar açısından artmaz ve eksilmez. Çünkü bir kimse inanılacak esasların hepsini kabul etse fakat bir veya birkaçına inanmasa mesela meleklere veya namazın farz oluşuna yahut adam öldürmenin haramlığına inanmasa iman etmiş sayılmaz. İman edilecek esaslardan birini kabul etmeme durumunda iman gerçekleşmemiştir ki artması veya eksilmesi söz konusu olsun. Herkes aynı şeylere iman etmekle yükümlüdür. İnanılacak esaslar konusunda âlimle cahil, peygamberle peygamber olmayan, kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. İmam Ebû Hanîfe, bu konuda şu güzel açıklamayı yapar: “İman artmaz eksilmez. Çünkü imanın artması, ancak küfrün eksilmesi ile imanın eksilmesi de ancak küfrün artmasıyla mümkün olabilir. Bir şahsın aynı anda hem mümin hem de kâfir olması ise yanlış bir düşünce şeklidir.”

2. İman, nitelik yönünden yani güçlü veya zayıf olma açısından artma ve eksilme gösterir. Kiminin imanı kuvvetli ve olgun, kiminin ki ise zayıftır. İman kişide işitme ve düşünmeye bağlı bilgi ve inanç ( ilme’l-yakîn ) seviyesinde olabildiği gibi görmeye dayalı bilgi ve inanç (ayne’l-yakîn ) ve yaşamaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç ( hakka’l-yakîn) seviyesinde de olabilir. İmanda bu çeşit bir farklılığın bulunduğuna ayet ve hadislerde de işaret edilir. Mesela Hz. İbrahim ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah’tan (c.c) istemiş, Yüce Allah’ın “İnanmadın mı?” sorusuna “…Hayır! İnandım fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim)…” cevabını vermiştir. Böylece onun Allah’ın (c.c) ölüleri nasıl dirilttiğini gördükten sonraki imanının önceki imanından daha kuvvetli olduğu belirtilmiştir.

Bilgiyi görerek elde etmek onu daha kalıcı ve inandırıcı hâle getirir.
Bilgiyi görerek elde etmek onu daha kalıcı ve inandırıcı hâle getirir.

Kur’an-ı Kerim’deki “…İman edenlere gelince (her inen sure) onların imanlarını arttırır ve onlar sevinirler.” ; “İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O’dur.” ; “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını arttıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” anlamındaki ayetler ile bu konudaki hadisler, imanın kuvvet yönüyle farklı seviyelerde olabileceğini, nitelik yönüyle artma ve eksilme gösterebileceğini ifade etmektedir.

Okuma Tavsiyelerimiz

+ There are no comments

Add yours