Bilgi Meselesi

Kelamın bilgi konusuyla ilgilenmesi inanca ilişkin esasları temellendirme, açıklama ve savunma amacına yöneliktir.
Çünkü gerek temel meseleler, yani mesâil üzerine söz söyleyebilmek gerekse bunlar üzerine konuşurken vasıta olarak
kullanılacak hususları ortaya koyabilmek için önce bir şeyleri bilmenin mutlak anlamda mümkün olduğu ispatlanmalıdır.

Kelamcılara göre, varlıkların gerçekten var olduğu reddedilmesi imkânsız bir temel ilke olarak ortaya çıkınca; insanın buvarlıklara dair bilgi sahibi olmasının mümkün olduğunu da zorunlu olarak kabul etmek gerekir.
Bilgi meselesinin kelamcılar tarafından ele alınması, bir yandan da onların konuları sistemli ve metodik biçimde ortaya koyma gayretlerinin tabii sonucudur. Zira kelam, bir anlamda inanç esaslarının sistemleştirilmesidir. Sağlam ve eksiksiz bir sistemden söz edilecekse bunun bir bilgi temelinin yanı sıra kendine özgü bir metodunun olması da gereklidir. Zikredilen gerekçelerle bilgi konusunu ele alan ve öncelikle bilginin imkânı üzerinde duran kelamcılar, daha sonra bilgiyi tanımlamaya ve bilgi elde etme vasıtalarının neler olduğunu tespite yönelmişlerdir.

 Kelamcılar, evrenin sanal ve bir yanılsamadan ibaret olduğu ve ayrıca varlıklar gerçekten var olmadığı için doğru bilgiye ulaşmanın da imkânsız olduğu iddiasını saçma bulur ve bunu oldukça ilginç  farazî örneklerle ortaya koyar. Buna göre, varlıkların gerçekliğini ve bunlara dair bilgiye ulaşmanın  mümkün oluşunu reddeden kimselere, varsayalım vurulduğu veya bir şekilde acı verildiğinde, onlar  buna dair kendilerinde bir bilgi oluştuğunu ve bunu diğer insanlara bildirmelerinin mümkün olduğunu  kabul etmek durumunda kalacaklardır. Çünkü bu durumdan şikâyet etmeleri, bir varlığı, bir vakıayı  haber vermek anlamına gelir; bu da doğrudan doğruya hem vakıanın gerçek olmasını hem de onunla   ilgili bir bilginin varlığını ortaya koymaktadır.
(Maturidi, Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, s. 193.)

 

Kelamcılar bilgiyi “tereddüdün zihinde oluşturduğu belirsizliği ortadan kaldırarak kişiyi tatmin edecek tarzda, bir şeyi olduğu hâl üzere bilme”, “kişiyi cahillik, şüphe ve zandan uzaklaştıran nitelik” gibi farklı biçimlerde tanımlamışlardır. Ancak onlar için esas önemli olan bilginin tanımından ziyade, bilginin çeşitleri, kaynakları ve bilgiye ulaşma vasıtalarının neler olduğudur. Bilgi denildiğinde hem insanın elde etme imkânına sahip bulunduğu beşerî bilgi hem de Allah’ın (c.c.) sahip olduğu mutlak ve sınırsız bilgi (ilim) akla geldiği için, kelamcılar bilgiyi iki başlıkta değerlendirmişlerdir. Zira Allah’ın (c.c.) bilgisi, herhangi bir vasıtaya, duyulara, düşünmeye vs. ihtiyaç duymayan, ezelî ve ebedî, yokluğu düşünülemeyen, bütün bu özellikleriyle insanın bilgisinden tamamen farklı bir bilgidir ve buna “kadim bilgi” adı verilir. İnsana ait bilgi ise öğrenme ile sonradan meydana gelen “hâdis (yaratılmış) bilgi”dir. Bundan dolayı bilginin çeşitleri veya bilgi elde etme yollarından bahsederken insanın sahip olduğu bilgi üzerine konuşulduğunu gözden kaçırmamak gerekir. İnsanın bilgisi oluşumu açısından ikiye ayrılır. Birincisi, herhangi bir akıl yürütme veya delillendirmeye ihtiyaç duymadan, doğrudan doğruya zihinde oluşan bilgidir. Bu şekilde oluştuğu ve reddedilmesi de mümkün olmadığı için bu tür bilgiye zaruri (zorunlu) ya da bedihi (apaçık) bilgi denir. Gördüğümüz şeyin var olduğu, ateşin yakıcı olduğu bilgisi gibi duyularla elde ettiğimiz, birin ikinin yarısı olduğu gibi akılla ulaşılan ya da uzak bir ülkenin varlığı veya tarihteki bir olayın gerçekleştiği bilgisi gibi
çok sayıda farklı kişi tarafından aktarılan (mütevatir) haber ile oluşan bilgilerin tamamı zorunlu bilgilerdir.
Ulaşılan veriler üzerine düşünerek, birtakım vasıtalara başvurarak ve delil getirerek oluşan bilgiye ise nazari (akıl yürütmeye dayalı) ya da istidlâlî (delillendirmeyle ulaşılan) bilgi adı verilir. Bu tür bilgiler sonradan edinilmiş bilgiler olduğu için bunlara kesbî veya iktisabî (kazanılmış) bilgi de denir.
2.2. Bilginin Kaynakları Kelamcıların geneli tarafından kabul edilen üç bilgi kaynağı vardır: Sağlam duyular (havass-ı selîme), doğru haber (haber-i sadık) ve akıl (akl-ı selîm). Kelamcı açısından duyu organları
bir bilgi kaynağıdır. Çünkü öncelikle âlemin varlığı bir gerçeklik olarak kabul edildiğinde âlemin varlığını algılamanın ve âlemle ilgili ilk izlenim ve bilgileri edinmenin vasıtası olan duyuları da kabul etmek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de duyu organlarına atıfta bulunan ayetler vardır ve bu ayetlerde görmek, işitmek, tatmak gibi duyuların önemine dikkat çekilir.

“Kuru yerlere suyu gönderip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri ekinleri çıkardığımızı görmezler mi?”26; “Biz insanı katışık bir nutfeden yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır.

 

Haberin bilgi kaynağı olarak kabulü de dinin ve bu bağlamda inanç esaslarının varlığı açısından gereklidir. Zira insana dinin ulaşması ve tebliğ edilmesi peygamberlerin verdiği haberler vasıtasıyla gerçekleşmektedir. Haber bilgi kaynağı olmazsa, peygamberlerin insanlara dinin esaslarını bildirmesi ve sonraki kuşaklara da bunların aktarılması temellendirilemez ve dinin varlığından söz etmek imkânsız hâle gelir.

Kelamcılara göre bu üç bilgi kaynağının her biri farklı bir saha ile ilgili bilgi vermektedir. Selîm aklın ulaşabildiği bilgiyi duyular, selîm duyuların temin ettiği bilgiyi ise selîm akıl kazandıramaz. Ayrıca selîm akıl da selîm duyular da tek başına haberin verdiği bilgilere ulaşamazlar. Dolayısıyla bunların hiçbirinin terk edilmesi düşünülemez. Öte yandan, bunlar tamamen birbirinden bağımsız faaliyet gösteren vasıtalar da değildir. Dinin temellerini ortaya koyan haberdir ancak haberin insanlar tarafından alınması duyular vasıtasıyla olur. Haberle gelen veriler akılla değerlendirilir, akıl bunları sağlam bir zemine oturtur ve bunu yaparken de duyular aracılığıyla elde edilen bilgileri kullanır. Duyuların bazı dış etkenlerle yanılabilmesi ihtimali karşısında akıl hakem vazifesi görerek duyu idraklerinin sağlamasını yapar.

Akl-ı Selîm

Selîm akıl, kelamda insan için temel bilgi elde etme yollarından birisidir. Akıl düşünme, anlama ve kavrama gücü olaraktanımlanır. Selîm akıl ise insanın doğru karar vermesini sağlayan, herhangi bir olumsuzluktan veya ortamın kötülüğündenetkilenmeyen, yaratılışındaki temizliği koruyan akla denir.

Allah Teâlâ’nın “ancak bilenlerin akledebileceğini”28 belirtmesi, aklın delâlet ettiği gücü ve bilgiyi iyi kullanmadıklarıiçin kâfirleri “… Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler.”29 gibi ifadelerle kınaması, aklıninsan için bilgi edinmedeki önemli rolünü ortaya koyar.

Her şeyden önce dinin temelini oluşturan iman meselesinde aklın işlevi göz ardı edilemez. İmanın gerçekleşmesi için
kişinin kalben tasdik etmesi esastır. Ancak bu tasdike ve kalben benimsemeye insanı sevk edebilmek için önce ona birtakım bilgiler ulaşır ve ilk aşamada bunlar akılla değerlendirilir; ikinci aşamada, iman eden bir kimsenin ibadetler ve diğer dinî hükümlerle mükellef olması, bunlara muhatap kabul edilmesi için de sağlıklı işleyen bir akla sahip olması gereklidir. Nitekim Hz. Peygamber “Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır: erginlik çağına kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından ve uyanıncaya kadar uyuyandan.”30 buyurarak aklın önemi ve rolüne işaret etmiştir. Bütün bunlara dayanarak kelamcılar, selîm aklın büyük ölçüde hayır ve şerri, iyi ile kötüyü, güzel ve çirkini kavrayıp ayırt edebileceğini, insanın bu bilgisi ile yararına olanları tercihe yöneleceğini kabul etmişlerdir. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki inanç esaslarını oluşturan temel konuların belirlenmesinde bilgi kaynağımız, doğru haber, yani vahiydir. İman edilecek hususlar içerisinde aklın doğrudan doğruya belirleyemeyeceği, varlığından haberdar olamayacağı veya ilk bakışta kavrayamayacağı, kendisini aşan şeyler de vardır.

Bunun için kelamcıların büyük çoğunluğu, aklın yalnız başına, vahiyden bağımsız olarak dinî değerleri ve inanç esaslarını koyamayacağı, farz ve haram gibi hususları belirleyemeyeceği noktasında ittifak etmiştir. Vahyin belirlediği temel konuların algılanması, açıklanması ve ispatlanmasında ise aklın verileri devreye girer. Kelamcılara göre dinin ortaya koyduğu hükümlerde akıl ve mantığa mutlak manada aykırı, asla kabul edilemeyecek şeyler yoktur; belki aklın ulaşamayacağı, bulup kavrayamayacağı şeyler olabilir. Din bunları ortaya koyar, akıl da benimser.

Havass-ı Selîme

Duyu organları kelamcılar tarafından bilgi kaynakları içerisinde önemli bir yere sahiptir. Onlara göre herhangi bir eksiklik ve kusuru bulunmayan duyularla elde edilen bilgiler; aklın, doğruluğuna apaçık hüküm verdiği zorunlu bilgilerdir. Çünkü insan bir şeyi gördüğü ilk anda kendisinde onun varlığına ve mahiyetine ilişkin bir bilgi oluşmaktadır, bu bilginin oluşması için bir akıl yürütme sürecine ihtiyaç yoktur. Salim duyular vasıtasıyla bu şekilde zorunlu bir bilgi oluştuğu için duyuların verdiği bilgi akıl yürütmeyle elde edilen bilgiye göre daha kesin ve bağlayıcı olarak değerlendirilmiştir. Allah Teâlâ da duyulardan özellikle akli bilgiye ulaştıracak verileri temin eden işitme ve görmeye vurgu yaparak bunların verdiği bilgilerin inanca temel teşkil edeceğini ve inkârı imkânsız kıldığını belirtmektedir:

Onlara, size vermediğimiz imkânlar vermiş ve kulaklar, gözler ve kalpler bahşetmiştik; ama Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ettikleri için kulakları, gözleri ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı ve alaya aldıkları şeyler onları kuşatıp yok ediverdi.”
“(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.

 

İman-Bilgi İlişkisi

Kelamcıların bilgi konusuyla ilgilenmelerinin temel sebeplerinden birisi de imanla bilgi arasındaki doğrudan
ilişkidir. İman özü itibarıyla bilinçli bir tasdik, benimseme ve kabullenme eylemidir; bu anlamda kelamcılar da tasdik gerçekleşmeksizin soyut olarak bilmeyi imanla özdeşleştirmekten ısrarla kaçınmışlardır. Ancak tasdikin gerçekleşebilmesinin birinci adımı, kişide inanılacak hususlara dair bir bilginin mevcut olmasıdır. Yukarıda işaret edildiği üzere insan öncelikle dinin itikat sahasına ait değişmez ilkelerine dair bilgi sahibi olmalıdır ki bunlar üzerinde akıl yürütmek suretiyle nihai noktada bilinçli bir yöneliş ve irade ile tasdik noktasına gelebilsin.
Kur’an-ı Kerim doğru bilginin değerini ısrarla vurgular:
De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu, ancak akıl sahipleri hakkıyla düşünür.”34 Cahillerden, hakikati bulmaya ve anlamaya çaba göstermeyenlerden yüz çevirmek35 ve hakkında bilgi sahibi olunmayan
bir şeyin peşine düşmemek gerektiğini36 belirtir. Çünkü doğru ve yeterli bilgi insanı doğru bir imana ulaştıracaktır: “Kulları içerisinde, ancak bilenler Allah’a karşı gereğince saygı ve korku hisseder.”37 Buna karşılık akıl, duyu, haber gibi bilgi vasıtalarını gerektiği biçimde kullanmayıp bu sebeple imana ulaşamayanlar için kaçınılmaz son, cehennemdir: “Ve derler ki: Ah keşke bize söylenenlere kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık!”

 

Akıl-Vahiy İlişkisi

Kelamcıların çoğunluğu, sağlıklı düşünebilen ve yaratılıştaki duruluğu bozulmamış anlamında “akl-ı selîm” olarak niteledikleri aklın, kendi başına kalsa bile âlemin bir yaratıcısının var olduğu, Allah’ın fiil ve yaratmasında bir gaye ve nizamın bulunduğu gibi bilgilere ulaşabileceğini kabul eder. Ancak bütün bu yetkinliklerine rağmen, aklın din sahasında tek başına, vahiyden bağımsız olarak bir hüküm koyması, özellikle de bir inanç esasını belirlemesi mümkün değildir. Dolayısıyla vahiy ile akl-ı selîmin birbiriyle irtibatlı ve bir anlamda karşılıklı olarak birbirine muhtaç olduğu söylenebilir. Vahiy doğrudan doğruya akıl sahibi insanı muhatap aldığı için, mükellef olan kişi vahyin getirdiği bilgileri aklıyla almakta, vahiy tarafından ortaya konulan hükümlerin anlaşılması, yorumlanması, işlenmesi ve delillendirilmesi akılla gerçekleşmektedir.

Diğer yandan, akıl yaratıcı olarak kavradığı ve varlığına ulaştığı varlığın isimlendirmesini, mahiyetini, kainat ve insanla nasıl bir ilişki ve irtibat hâlinde olduğunu bilemez. Ayrıca o, yaratıcıya karşı sorumluluklarının ne olduğunu ve bu sorumlulukları ne şekilde yerine getireceğini ve en nihayet ona karşı şükür, minnet ve bağlılığını nasıl göstereceğini tek başına bilme imkânından yoksundur. Bütün bu hususlar akıl sahibi insana vahiy ve nakil (yani Kur’an ve sünnet) yoluyla bildirilmekte ve bu şekilde birer inanç esası hâline gelmektedir.

Kelamcılar, bu şekilde bir karşılıklı bağlılık ilişkisi içerisinde olan nakil ile selîm aklın bildirdiği hususlar arasında çelişki olmayacağını vurgulamıştır. Çünkü selîm akıl da vahiy ve nakil de sonuç itibarıyla Allah Teâlâ’nın, insanların hidayetine vesile kıldığı birer vasıta ve delildir. Bundan dolayı aklın, bilgi sahibi olabileceği bir alanda ulaştığı hükümle vahyin getirdiği hüküm arasında görünürde bir çelişki ve çatışma olması durumunda ilk ihtimal aklın “selîm” olmaması, yani sonradan, yukarıda belirtilen birtakım kusurlarla problemli hâle gelmiş olması ve doğru düşünme usullerini kullanmayıp nakille ulaşan bilgileri yanlış anlaması ve yorumlamasıdır. Kur’an’ın tamamının Allah’ın (c.c.) vahyi olduğu konusunda herhangi bir şüphe ve tereddüt olamayacağı için, ikinci ihtimal ise nakil yoluyla gelen bilginin sahih olmaması, yani hadis olarak nakledilen bir haberin aslında Hz. Peygamber’e ait olmayıp doğruluk ve kesinlik açısından şüpheli olmasıdır.

Okuma Tavsiyelerimiz

+ There are no comments

Add yours